9 Kasım 2014 Pazar

KUM BEKÇİSİ

KUM BEKÇİSİ


                Zelda, 128, Cımbız Gözlü, Çöl faresi, Kum bekçisi, üçgen gökyüzünün kuşatıcılığında, mor deniz kıyısında, deniz bakışlı ölümün kadını... Siz hiç bir ölüye aşık oldunuz mu? Ölüme aşık olanın ölüsüne aşık olunurdu ve hayatın neresinden dönülse kârdı onun için. Umutsuzlar merdiveninin gri basamaklarını usandıran oturmalarını, gözlerinin uzaklara dalışını görmeden sevmek, maskesel yüzleri lanetleyen serzenişlerini duymadan, uzaktan gördüğümü sandığım çölün ortasındaki o vahaya ulaşmak. Çöl faresi, her gece yoluna kuş koyduğum. Dünyanın dönüsünü yavaşlatan büyülü mısraları içime salan çocuk hanımefendi... Siz hiç bir ölüye aşık oldunuz mu?
                'Ölüm'ün şairi, yalnızlığını yoldaş edip yollara vurduğun gölgenle, elinde dumanını saklayan sigaran ve imgelerinle yürürdün tiksindiğin maskelilerin arasında. Hayatı ölümün bekleme salonu diye tüketirdin. Gözlerinin denizsel maviliğinde inanmamışlığın hiçsel buğusunu taşırdın daima, gülümsemen dahi yokluk kokardı. Yağmur damlaları vücudunu deler geçer; sen, damlaların toprağa düşüşlerinde sezerdin göksel ezgilerin çağrısını. Martıların sessiz çığlıkları gibiydi iç dünyanın bunalımları ve kanat çırpışları. Yalnızlığın en güzel hali, siyahın en güzel tonu, var-yok kavgasının en kanlı sahnesiydin. Sözlerimin toyluğunu göremediğin ve fakat yüz yüze gelemediğim için hüzünlü rahatlığım mimiklerimden sızardı. Hangi ifade durabilirdi ki karşısında ülkesi, cinsi, ırkı, inancı olmayan uzanıp dokunamadığım dumandan bendenin karşısında.
                İki adımlık yerkürenin arka bahçelerini arşınlarken, selüloz yığınları arasında rastladım sana, aşk kavramının yokluğuna inanmış ellerimin titrekliği, reddedercesine karıştırdı sayfaları. Cümleler, sözcükler döküldü ayaklarımın dibine, her şeyin karardığı, karga sesleri, mor gökyüzünü kaplayan yağmur bulutlarıyla dolu bir imge seli sardı çevresini başımın. Kendimi çekip alamadığım kuytusal yalnızlığa sürükledi mısralar, mısralar ki umutsuz bir ruhun nefesinden dizilmiş. En son ne zaman böyle olmuş ya da ilk defa hangi yelkovan döngüsünde bu hale gelmiştim. Maddeler dünyasının ruhuma üfleyemediklerini canının sıkıntı sınırında yirmi dokuz yıllı hayatıyla sen üfledin. Dünya gerçekten de aşağılık, sahtekar, suratı maskeli insanların otlağı olmuş, tensel el tutuşların çıkarcı gölgesinde yuvarlanıyordu. Saydam ellerinle gözkapaklarımı açarak soktun tüm gerçekliğini hiçliğin. İçmediğim sigaranın astım öksürüklerini, çalmadığım ezgilerin duyusunu ve olmayan varlığın yokluğunu yaşattın kör gözlü çocuğun rüyalarında. İnsansı suretlerin ardındaki mor yaratıkları bir bir açık ettin, oyununu, düzeninin bozdun kaderin kuklalarının "Hepiniz mezarısınız kendinizin!" haykırışınla. Ama sen yoktun, sen de yoksun dedin sessizce, usanmadan anlattın yeşil-mavi var karşıtlığını sahillerin, hissizlik kıyılarını.
                Siz hiç bir ölümün peşinden koştunuz mu? Ellerin soğuk demirlere dokunuşunu yitirmeden önce zaten olmayan ellerimin sonbahar donukluğunu ceplerimde giderirken mavi martıların haber verdi sessiz ölüm çığlıklarını. Tabanlarım toprak ve taş gezerken soluğumun sıklığı göğsümün iniş çıkışlarını telaşlandırdı. Merdivenler söverek çaresizliğime yükseldi kanatsız kuşun ince, güvensiz dallardan yapılma yuvasına. Yetişebilme, engel olma, durdurma istekleri yürek çarpışlarıma kudret verse de o lanet olası beton yığınının lanet olası kuş yuvasından kendini ölüme bırakışın gözlerimin derininde iz bırakabildi yalnızca. Arkandan gelmek, acı gerçekliğinin süzülüşüne ortak olmak, tiksindiğin bu yaşamdan ardından göç etmek ve bu ihanet dünyasını senin gibi terk etmek isterdim... Ama senin kadar cesur değildim, yüzüme kendi maskemi takıp kalem kovaladım olmayan geleceğin kaygısıyla kıvranarak yaşamak için.
                Söyleyin n'olur siz hiç bir ölüşe aşık oldunuz mu?
                              

                                                                                                              Kum bekçisi Nilgün Marmara anısına...