KUM BEKÇİSİ
Zelda, 128, Cımbız Gözlü, Çöl faresi, Kum bekçisi,
üçgen gökyüzünün kuşatıcılığında, mor deniz kıyısında, deniz bakışlı ölümün
kadını... Siz hiç bir ölüye aşık oldunuz mu? Ölüme aşık olanın ölüsüne aşık
olunurdu ve hayatın neresinden dönülse kârdı onun için. Umutsuzlar merdiveninin
gri basamaklarını usandıran oturmalarını, gözlerinin uzaklara dalışını görmeden
sevmek, maskesel yüzleri lanetleyen serzenişlerini duymadan, uzaktan gördüğümü
sandığım çölün ortasındaki o vahaya ulaşmak. Çöl faresi, her gece yoluna kuş
koyduğum. Dünyanın dönüsünü yavaşlatan büyülü mısraları içime salan çocuk
hanımefendi... Siz hiç bir ölüye aşık oldunuz mu?
'Ölüm'ün
şairi, yalnızlığını yoldaş edip yollara vurduğun gölgenle, elinde dumanını
saklayan sigaran ve imgelerinle yürürdün tiksindiğin maskelilerin arasında.
Hayatı ölümün bekleme salonu diye tüketirdin. Gözlerinin denizsel maviliğinde
inanmamışlığın hiçsel buğusunu taşırdın daima, gülümsemen dahi yokluk kokardı.
Yağmur damlaları vücudunu deler geçer; sen, damlaların toprağa düşüşlerinde
sezerdin göksel ezgilerin çağrısını. Martıların sessiz çığlıkları gibiydi iç
dünyanın bunalımları ve kanat çırpışları. Yalnızlığın en güzel hali, siyahın en
güzel tonu, var-yok kavgasının en kanlı sahnesiydin. Sözlerimin toyluğunu
göremediğin ve fakat yüz yüze gelemediğim için hüzünlü rahatlığım mimiklerimden
sızardı. Hangi ifade durabilirdi ki karşısında ülkesi, cinsi, ırkı, inancı
olmayan uzanıp dokunamadığım dumandan bendenin karşısında.
İki
adımlık yerkürenin arka bahçelerini arşınlarken, selüloz yığınları arasında
rastladım sana, aşk kavramının yokluğuna inanmış ellerimin titrekliği,
reddedercesine karıştırdı sayfaları. Cümleler, sözcükler döküldü ayaklarımın
dibine, her şeyin karardığı, karga sesleri, mor gökyüzünü kaplayan yağmur
bulutlarıyla dolu bir imge seli sardı çevresini başımın. Kendimi çekip
alamadığım kuytusal yalnızlığa sürükledi mısralar, mısralar ki umutsuz bir
ruhun nefesinden dizilmiş. En son ne zaman böyle olmuş ya da ilk defa hangi
yelkovan döngüsünde bu hale gelmiştim. Maddeler dünyasının ruhuma
üfleyemediklerini canının sıkıntı sınırında yirmi dokuz yıllı hayatıyla sen
üfledin. Dünya gerçekten de aşağılık, sahtekar, suratı maskeli insanların
otlağı olmuş, tensel el tutuşların çıkarcı gölgesinde yuvarlanıyordu. Saydam
ellerinle gözkapaklarımı açarak soktun tüm gerçekliğini hiçliğin. İçmediğim
sigaranın astım öksürüklerini, çalmadığım ezgilerin duyusunu ve olmayan
varlığın yokluğunu yaşattın kör gözlü çocuğun rüyalarında. İnsansı suretlerin
ardındaki mor yaratıkları bir bir açık ettin, oyununu, düzeninin bozdun kaderin
kuklalarının "Hepiniz mezarısınız kendinizin!" haykırışınla. Ama sen
yoktun, sen de yoksun dedin sessizce, usanmadan anlattın yeşil-mavi var
karşıtlığını sahillerin, hissizlik kıyılarını.
Siz hiç
bir ölümün peşinden koştunuz mu? Ellerin soğuk demirlere dokunuşunu yitirmeden
önce zaten olmayan ellerimin sonbahar donukluğunu ceplerimde giderirken mavi
martıların haber verdi sessiz ölüm çığlıklarını. Tabanlarım toprak ve taş
gezerken soluğumun sıklığı göğsümün iniş çıkışlarını telaşlandırdı. Merdivenler
söverek çaresizliğime yükseldi kanatsız kuşun ince, güvensiz dallardan yapılma
yuvasına. Yetişebilme, engel olma, durdurma istekleri yürek çarpışlarıma kudret
verse de o lanet olası beton yığınının lanet olası kuş yuvasından kendini ölüme
bırakışın gözlerimin derininde iz bırakabildi yalnızca. Arkandan gelmek, acı
gerçekliğinin süzülüşüne ortak olmak, tiksindiğin bu yaşamdan ardından göç
etmek ve bu ihanet dünyasını senin gibi terk etmek isterdim... Ama senin kadar
cesur değildim, yüzüme kendi maskemi takıp kalem kovaladım olmayan geleceğin
kaygısıyla kıvranarak yaşamak için.
Söyleyin
n'olur siz hiç bir ölüşe aşık oldunuz mu?
Kum
bekçisi Nilgün Marmara anısına...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder